=Guzel yazılar

   
 


 

 

Ana Sayfa

=Bu evde dogdu

=Kucukluk hali

=ANNE BABASI

=Cocuklari

=Akrabalari

=Koyden manzaralar

=Fotograflarla dunden bugune sami hoca

=Haberler

=Guzel yazılar

=Anket

=Futbol

=Oyunlar

=Guzel resimler

=Komik

=Bilmeceler

=Koca kafalar

=Galatasaray

=Son filmler

=Karabuk hava dur

=ALLAH ismi

e-devlet

=Kabir azabi

=Yarisma

=Canli tv izle

=Komik resim

=Kim 500milyar ister

=Fizik denge oyunları

=Odullu sorular

=ilahi

=Ziyaretci defteri

=Fizik icin yararli linkler

=boncuk patlatma

=osym aday giris

=osym gorevli giris

=hurriyetim

=emekli maasini hesapla

=sgk hizmet sorgulama

Qvo6.com virusü kaldırma

 


     
 

 

Nene Hatun...
Nene hatun hikayesi: 1857 yılında Erzurum’da doğan Nene Hatun tarihimizde 93 harbi diye bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sırasında Aziziye tabyasının müdafaasında bundu. Mücadeleye küçük yaşta olan oğlu ile kızını evde bırakarak katıldığı sırada henüz yirmi yaşında genç bir gelindi.

Kasım 1877 gününün gece yarısında, bölge halkından olan Osmanlı vatandaşı Ermeni çeteleri Erzurum’un Aziziye tabyasına girmeyi başarmışlardı. Bu çeteler tabyayı koruyan Türk askerlerini öldürdüler. Arkadan gelen Rus askerleri, hiçbir mukavemetle karşılaşmaksızın tabyayı ele geçirdiler. Baskından yaralı olarak kurtulmayı başaran bir er, şehir merkezine ulaşıp kara haberi Erzurum’ lulara ulaştırdı. Sabah ezanından hemen sonra minarelerden şehir halkına “Moskof askeri Aziziye tabyasını ele geçirdi.” duyurusu yapıldı. Bu haber Erzurum  halkı tarafından, vatan savunası için emir telakki edildi. Silahı olan silahını, olmayanlar: balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak tabya’ya doğru koşmaya başladılar. Kadın –erkek tüm Erzurum halkı yollara dökülmüştü. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan bir taze gelinde vardı. Ağabeyi cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermişti. Üç aylık bebeğini emzirmiş, “Seni bana Allah verdi. Bende O’na emanet ediyorum.” diyerek vedalaştıktan sonra birkaç saat önce ağabeyinin kasaturasını alıp sokağa fırlamıştı. Erzurumlular ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye tabya’sına doğru koşuyordu. Tabya’ya yerleşmiş Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda şehit oldular. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Boğaz boğaza bir savaş başladı. Mükemmel silahlarla donanmış Moskof ordusu, baltalı-tırpanlı-taşlı-sopalı eğitimsiz halk karşısında ancak yarım saat tutunabildi. Gazi Ahmet Paşa’nın zaferinde Nene Hatun’un ve O’nun vatan aşkını paylaşan sivil insanlarında payı vardı. Nen Hatun 1955 yılında vefat etti.***


Resûlullah Çanakkale'deydi....

 

 

Resûlullah Çanakkale'deki asker evlâtlarının yardımına gitmişti

Tarihler 1928 yılını göstermektedir. Osmanlının son devir âlimlerinden, ilmi ile amil Alasonyalı Cemal Öğüt Hocaefendi hacca gider. Cumhuriyet yeni kurulmuş, hızlı bir değişim yaşanıyor, Çanakkale savaşının üzerinden de on yılı aşkın bir zaman geçmiştir.

 

Cemal Öğüt Hocaefendi Mekke'deki vazifesinin tamamladıktan sonra Medine'ye gider. Medine'de her zamankinden fazla kalır. Bu esnada Osmanlı coğrafyasının değişik bölgelerinden gelen hacılarla istişarelerde bulunur. Osmanlı devleti yıkılmıştır, Osmanlı'dan geri kalan toprakların büyük çoğunluğu ya işgal altındadır ya da sömürge durumuna düşmüştür.

Cemal Öğüt Hocaefendi vaktinin çoğunluğunu Mescid–i Nebevî'de geçirir. Bu arada Efendimizin türbesindeki görevlilerle yakınlık hâsıl olur. Hiçbir dünyalık beklemeden, sadece Resûlullah'a sevgi ve muhabbetinden dolayı türbeye hizmet eden bu güzel insan da Cemal Öğüt Hocaefendiye yakınlıkduyar ve güzel bir dostluk kurulmuş olur.

Cemal Öğüt Hocaefendi türbedarla yaptığı sohbetlerde bir şey dikkatini çeker. Türbedar Osmanlı devletine son derece bağlıdır, hatta o kadar ki Osmanlı adı geçtiği yerde muhakkak bir hürmet ifadesi belirtisi gösteriyordu. Bu nuranî ihtiyarın Osmanlı'ya bu derece bağlı ve hürmetli olması Cemal Öğüt Hocaefendinin merakımı celbeder, bir gün sorar:

"Sizde Osmanlı'ya karşı derin bir sevgi ve muhabbet görüyorum, bunun özel bir sebebi var mı?" Nurani ihtiyar derin bir düşünceye daldı, kısa süre sonra başını kaldırdı ve şöyle dedi:

"Allah ve Resûl'ünün muhabbeti, Osmanlı'yı sevmemi gerektirir." Cemal Öğüt Hocaefendi bu açıklamadan pek bir şey anlamaz. Anlamadığı da zaten yüz hatlarından anlaşılmıştır. Türbedar pek fazla bilgi vermek niyetinde değildir, ancak Cemal Öğüt Hocaefendi bir şeylerin olduğunu anlar ve ısrar eder. Nur yüzlü ihtiyar anlatmaya devam eder:

"Osmanlı'yı sevmem için şu anlatacağım hâdise yeter de artar bile."

1915 senesinde Medine'de başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır.

1915 yılının hac mevsimi idi. Her hac mevsiminde olduğu gibi, dört bir yandan mü'minler geliyordu, bu gelenlerin içinde Hindistan ulemâsından, âlim, zahit, keşfi açık gerçek bir Allah dostu da bulunuyordu. Bu Allah dostu ile sizinle olduğu gibi yakınlık oluştu, sohbetine katıldık. O kadar güzel sohbetleri oluyordu ki, kendi ağlıyordu, dinleyenleri de ağlatıyordu. O zamanlar Osmanlı'nın çok sıkıntıda olduğu zamanlardı, ehl–i küffar, İslâm'a karşı saldırıya geçmiş, Payitahtta Çanakkale Boğazı'nda büyük savaş oluyordu.

Hindistanlı âlimde bir şey dikkatimi çekmişti, sohbetlerinde ağlıyor, namazlarında ağlıyor, yolda yürürken bile gözünden yaş eksik olmuyordu. Ağlamadığı zamanlar bile devamlı hüzünlü idi. Merakım artıkça artı ve bir gün kendisine bunun sebebini sordum:

"Efendi! Bu mübarek yerdesin, gözün gönlün açılacağı yerde devamlı ağlıyorsun, ağlamadığın zamanlarda yüzünde hüzün var, bunun sebebi, hikmeti nedir?" Beni yayına oturttu, gözlerindeki yaş damlaları daha da hızlanarak akmaya başladı. Sonra yaşlarını sildikten sonra bana dedi ki:

"Ben uzun yılların hasreti ile çok uzaklardan buralara geldim. Ben Kâinatın Efendisi'nin kokusunu, ruhaniyetini Hindistan'dan alırdım. Şimdi buralara geldim, Efendimin kabr–i şerifi başındayım, ama Hindistan'da aldığım feyiz ve nuranîliği burada bulamadım. Bu ne hâldir diye düşünüyorum, acaba bir günah mı işledim, bir suçum mu var? Efendim benim üzerimden himmetini çekti mi? Ya da Efendim, burada değil, burada olsa onu hisseder, onun ruhaniyetinden bereketlenirdim. Bu hâl beni perişan etti… Ağlamamın sebebi budur."

Türbedar bu Allah dostunu dikkatle dinledi, ancak o da bu işe ne bir yorum getirebildi, ne de bir şey diyebildi. Ancak nur yüzlü türbedarın da kafası karışmıştı. Bu Hindistanlı âlimin, yalan söyleme, abartı yapma gibi bir durumu söz konusunu değildi. Son derece samimî bir hâl içindedir. Hindistanlı âlimin söylediklerine yabancı değildi. Her hac mevsiminde değişik bölgelerden gelen Allah dostları ile karşılaşır, onları Allah Resûlü'nün ruhaniyeti ile nasıl bağlantılar kurduklarını bilirdi. Bu Hindli âlim de onlardan biri idi, türbedarın bunda zerre şüphesi yoktu. Peki, bu âlimin söyledikleri nasıl açıklanacaktı?

Yaşlı türbedar gündüz dinlediklerinin etkisinde kalmıştı, gece yatağına yattığında da kafasındaki soru işaretleri gitmemişti.

Sabah namazına kalkmadan önce türbedar bir rüya görür. Rüyasında Kâinatın Efendisini görür. Nur yüzlü türbedar, edebinden Efendimize bir şey soramaz. Dün yaşananlar aklına gelir, bir şey diyemez. Türbedarın düşüncelerine Kâinatın Efendisi cevap verir:

"O kardeşimin hissettiği doğrudur. Ben her zamanki makamımda değilim, birkaç zamandır Çanakkale'deyim… Çok zor durumda bulunan kardeşlerimi yalnız bırakmaya gönlüm razı olmadı. Onlara yardım ediyorum…"

Hindistanlı âlim, Allah dostunun vaziyeti anlaşılmıştı. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Efendimiz bulunduğu makam itibariyle, bir anda birden çok yerde bulunamaz mı? Elbette bulunur, başta Hızır Aleyhisselâm'ın ve Allah'ın veli kullarının bulunduğu gibi. Buradaki, hâdise birine gösterirler, ondan da herkese duyururlar mahiyetindedir.


Yetiş ya Muhammed Kur-an’ın elden gidiyor!

Çanakkale en zorlu günlerinden birini geçiriyor. Küffar ordusunun askerleri ilk defa karaya ayak basmıştır, ellerindeki üstün silah ve teçhizatla saldırıya geçerler. O zamanlar Osmanlı'nın müttefiki olan Almanya ordusuna mensup bazı subaylar da cephede bulunmaktadır. Şimdi bu subaylardan birine kulak verelim.

Alman Subay Sanders anlatıyor:

Çok dehşetli bir saldırı karşısında kalmıştık. Karaya çıkan İngiliz askerlerini gemiden top atışları ve makineli tüfekler destekliyordu. Bulunduğumuz siperlerden değil hareket etmek, en küçük bir hareket belirtisi bile onlarca mermiyi hemen o hareket noktasına çekiyordu.
Mevzilerden elini kaldıranın eli, miğferini kaldıranın miğferi parçalanıyordu. Böyle bir sağanak altında çaresizlik içinde beklemekten başka bir şey yapamıyorduk.

Bu şekilde ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden bulunduğum yerden yaklaşık on beş metre uzağımızdan korkunç bir ses geldi. Sesle birlikte bir Türk askeri siperden kalktı, düşmana doğru koşmaya başladı. Hem koşuyor hem kollarını sağa sola sallıyor, hem de sesi çıktığı kadar bağırıyordu. Yanımda bulunan tercümanıma dedim ki:

–Şu koşan asker ne diyor?

–Komutanım! "Yetiş ya Muhammed Kitabın elden gidiyor!" diye bağırıyor.

Böyle bir manzarayı tarih görmemiştir. Asker sanki üzüm toplar gibi düşman mermilerini elleriyle topluyordu. Onu gören diğer askerler de siperlerinden hareketlendi ve o anda çok çetin bir savaş başladı. Kısa zaman sonra karaya çıkan İngiliz birliğinden geriye yerde yatan asker cesetlerinden başka bir şey görünmüyordu.***

Dul kadın ve yahudinin imanı...
Bir bayram arefesinde, dul bir kadın yanında babadan yetim kalmış çocuğu ile zengin bir hacının dükkanına girerek, Allah rızası için yardım istedi. Hacı fakir kadına yardım etmediği gibi:

Bıktım sizden nedir bu iş.. Ben sizin için mi çalışıyorum. Defol şurdan, diyerek kovdu.

Hacıdan hiç ummadığı bir şekilde cevap alarak kapı dışarı edilen kadıncağız, melül- mahzun oradan ayrılıp giderken, hacının karşısında, aynı mağazadan bir dükkanın sahibi olan yahudi, o fakirin ızdırabını anladı .

- Nedir hanım, hacı size niçin bağırdı?, diye sordu.

İmanlı ve şuurlu bir kadın olan fakirceğiz, Yahudiye hacıyı şikayet etmek yerine :

- O benim büyüğümdür. Döver de, kovar da, sana ne oluyur ey kefere! diye cevap verdi.

Fakat Yahudi durumu anlamıştı. Kadını ısrarla dükkana çağırıp, ne isterse almasını, kendisine ve çocuğuna olacak elbisenin kendisinde bulunduğunu hatta hacınınkinden daha iyisini kendisinden alabileceğini söyleyerek dükkanına getirdi. Dul kadın ve yetim çocuk Yahudinin dükkanından beğendikleri elbiseyi giydiler, kuşandılar ve kadın Yahudiye :

- Allah sana iman nasip etsin. Sen bizi giydirdiğin gibi Allah da sana Cennette köşkler verip Cennet elbiseleri giydirsin, giblerden dua etti, yanındaki masum çocuk da, anasının duasına amin, dedi. Şen şakarak oradan ayrılıp gittiler.

Dul ve yetimi dükkanından kovan hacı, o gece bir rüya gördü. Rüyasında kıyamet kopmuş ve kendis cennete girmişti. Cennette gezerken gayet güzel, gözleri kamaştıran bir köşk gördü. Baktı ki, köşkün kapısında kendisnin ismi yazılı idi. diyerek köşkün kapısından içeri girmek istedi. Fakat kapıda bekçi olarak bekleyen melekler hacıyı içeri almadılar.

- Giremezsin hacı, dur bakalım nereye gidiyorsun? dediler.

Hacı durdu :

- Niye giremiyorum, bu köşk benim değil mi? diye sordu.

Melekler cevap verdiler :

- Düne kadar senindi ama, maalesef dün sizden başkasına devredildi. Daha henüz kapısının üzerrindeki tabelâ da sçkülmemiş, yakında sökerler, dediler.

Hacı neye uğradığını anlayamadı. O telaş ve heyecan içinde uyandı ki, yatakta yatıyor : dedi.

Sabah olunca doğru yahudi Avram efendinin dükkanına gitti. Selam, hoş - beşten sonra:

- Avram efendi, dünkü dul kadına sen kaç liralık elbise verdiysenonların parasını sana ben vereceğim, dedi.

Yahudi bir altın değerinde elbise verdiğni söyledi.

Hacı :

- Madem o kadarmış al sana onun iki misli, dedi.

Fakat Avram olmaz, dedi. Hacı değerini yükseltti, hacı yükselttikçe yahudi olmaz diyor, yahudi kabul etmedikçe hacı vermek istediği parayı artırıyordu. Hacı yüz altın, ikiyüz altın vermeğe başladı ama, artık Avram'ın da sabrı taşmıştı.

- Olmaz hacı olmaz, o köşk yüz altınla bin altınla satın alınmaz... O senin gördüğün rüyayı ben de gördüm ve işte müslüman oldum. o köşk düne kadar senindi, sen daha evvel yaptığın hayır - hasenatla o kçşkü yaptırmıştın ama, dün bana sattın. Ben onu tekrar sana satmaya niyetli değilim. Sen artık bundan sonra kapına geleni boş çevirmede, Cennette kendine başka saraylar yaptır. Allah'ın mülkü geniştri, dedi.

Yahudiden de bu cevabı alan hacı, bir daha kapısına geleni boş çevirmeyceğine dair kendi kendine söz vererek oradan ayrılığ gitti. Ama köş de elden gitti. Allah yardımcısı olsun.Kaynak***

 

İki ekmek eksik 

Bir gün iki kişi, Râbia-tül Adeviyye'yi ziyârete geldiler. İkisi de açtı. "Yemeği helâldir" diye içlerinden yemek yemek geçti. O anda kapıya biri gelerek, Allah rızâsı için bir şeyler istedi. Râbia hazretleri evdeki iki ekmeğini buna verdi. Gelen sevinerek gitti. Bir saat kadar sonra bir kişi kucağında bir yığın ekmekle geldi. Râbia hazretleri ekmekleri saydı. On sekiz ekmek vardı. Dedi ki:
-Ekmekler yirmi olsa gerektir.

Ekmeği getiren, ikisini saklamıştı. Çıkarıp iki ekmeği de verdi. Oradakiler hayretle sordular.
-Bu ne sırdır? Biz senin ekmeğini yemeye gelmiştik. Önümüze koyacağın ekmekleri kapıya gelene verdin. Ardından ekmek geldi. Eksik olduğunu söyledin.

Cevâbında şöyle buyurdu:
-Siz ikiniz gelince karnınızın aç olduğunu anladım. Önünüze koyacağım o iki ekmeği kapıya gelene verdim. Allahü teâlâdan bu ekmeklerin misâfirlerin karnını doyuramayacağını, bunun için bir yerine on vermesini istedim. Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde (En'âm sûresi 160. ayet-i kerîmesinde) bire on vereceğini bildiriyor. Ben O'nun bu vâdine güvendim. İki ekmek yerine yirmi ekmek geleceğini  bildiğim için de ekmeklerin noksan olduğunu söyledim.***



SIR SAKLAMAK

Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı padişahı gibi
sefere çıkacağı yerleri gizli tutarmış. Bir sefer hazırlığında,
vezirlerinden biri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:
- Sen sır saklamayı bilir misin? diye sormuş.
Vezir:
- Evet hünkarım, bilirim dediğinde, Yavuz cevabı yapıştırmış:
- Bende bilirim***





ORDUYU DOYURAN BEREKET VE SONRASI

Bir savaşta ordu aç kaldı. Sahabiler, Peygamber Efendimize müracaat ettiler.

Ebu Hüreyre anlatıyor: Bir savaşta ordu aç kaldı. Sahabiler, Peygamber Efendimize müracaat ettiler, bir çare bulmasını istediler. Peygamberimiz hemen onlara bir emir verdi: Heybelerinizde, çantalarınızda ne kadar yiyecek kalmışsa hepsini toplayın, bir araya getirin. Herkez az miktarda birer parça huma getirdi. En fazla getiren dört avuç getirebildi. Hepsini topladılar, bir kelime koydular. Hz. Seleme diyorki: Ben tamamını tahmin ettim, oturmuş bir keçi kadar ancak vardı. Daha sonra Peygamber Efendimiz bereket duası yaptı ve şöyle buyurdu: Herkes kabını getirsin! Bütün ordu koştu, geldi. Heybe, çuval, çanta ne kadar kap varsa hepsini doldurdular. Yinede geride bir hayli hurma kaldı. Sahabilerden birisi diyor ki: Peygamberimizin duası sonucu bütün dünya gelseydi, hurma onlarada kafi gelirdi. ***

 

MİNİK KUŞ...


 Hayat her zaman göründüğü gibi değil; Görünen hiçbir şey de olduğu gibi olmayabilir.

    Bi kuş soğuk bir kış gününde yiyecek bulmak için kanat çırpıp duruyomuş.Hava okadar ayazmış ki minik kuş dayanamayıp karın üstüne düsmüş. Minik kuş çaresiz soğuk karın üstünde ölümü beklerken ordan geçen bi inek kuşun üstünü pisletmiş. Kuş öyle bir sinirlenmiş ki kanatları donmamış olsa kalkıp ineği dövecek bide bakmış ki pisliğin sicaklığı ile kanatları çözülmüs,yaşama geri dönmüş öyle bi sevinçle ötüyomuşki ordan geçen bir kedi bunun
sesini duymuş ve pisliği eşeleyip kuşu pislikten çıkarmış,kuş bunada çok sevinmiş kediye teşekkür edecekmiş ki kedi onu yemis!

 
Bu hikayeden çikaracamiz 2 kıssa var;
1)Her zaman seninle iyi geçinmeyen insanı düşmanın sanma !
 
2)Sana her zaman da yardım bahanesiyle yaklaşmak isteyenlere aldanma !

Seyyid Onbaşı


Askerlerin birçoğu Kur'an okuyor, diğerleri de onları dinliyor, zafer için Sonsuz Kudret Sahibi'nden el açıp yardım diliyorlard.ı

Kasım 1914...
Öldürmek hırsı bir ur gibi sarmıştı düşmanın bütün hücrelerini. Büyüdükçe büyüyordu içlerindeki Müslüman Türk düşmanlığı... Tıpkı ataları gibi, Birleşik Filo da bu düşmanlıkla besliyordu ruhunu.
Seddülbahir Kalesi’nin duvarlarında sabah ezanı yankılanıyordu. Dördüncü Mehmed'den beri kim bilir kaç kez yankılanmıştı bu ilâhî seda bu duvarlarda. Güneşin taze ışıkları Birleşik Filo’nun çelik namlularında yansıdı ve ölüm, giden geceden kurtulmuşçasına yürüdü seksen altı vatan evlâdının üzerine. Alınları secdedeydi. Yürekleri Hakk ile beraber... Yıllardır tükenmeyen kin, Çanakkale Boğazı'nı seçmişti hedef olarak... Harp kopmuş gelmişti işte.
Bilmiyorlardı doğan güneşin Anadolu'nun umudu olduğunu... Bilmiyorlardı giden karanlık gecenin kendi ruhları olduğunu...
Anadolu çoktan vermişti kararını... Gök çökmedikçe inmeyecekti hilâl yere. Vatan sahipsiz kalmayacak namus pâyimâl olmayacaktı. Birleşik Filo’nun canavarları bilmiyorlardı Ahmetlerin Mehmetlerin ellerine kınalar yakılarak gönderildiğini peygamber ocağına. Anaların bağrındaki yangını şahadetin söndürdüğünü bilmiyorlardı. Bilmiyorlardı göz koydukları toprakların kendilerine mezar olacağını.
Analar kararını vermişti. Vatanın dört bir yanından Gelibolu'ya koşan şahadete susamış kahramanların ayak sesleri ve semâda yankılanan Allah Allah nidâları kanla yazılacak bir destanın ilk mısralarını işlemeye başlamıştı bile. Benzeri görülmemiş bir saldırı ve karşısında etten bir duvar... Torunlarına ithaf edecekleri bir destanı yazıyordu şimdi cihangir ruhlu yiğitler. Hepsinin yüreğinde tek bir duygu vardı: Din, vatan ve bayrak düşman postalları altında kalmasın da varsın aksın kanımız bu topraklara…
Dile kolay, yüz otuz gündür süren amansız bir çarpışma. Yedi düvel şaşkın.. bilmedikleri topraklarda bir mânâ veremedikleri savaşın içerisine giren düşman askerleri moralsiz.. umutlar her geçen an biraz daha tükeniyor. İşgal güçlerinin her bir neferinin aklını karıştıran, içini kemiren, fakat bir türlü dile getirilemeyen hezeyan bulutları, dev donanma gemilerinin ufuklarını da sarmıştı. Sorular hep aynıydı. Hani bu güç karşısında hiçbir kuvvet tutunamazdı, hani dünyanın en büyük ve en kudretli filosu işini birkaç günde hallederdi? Neden bitmiyordu bu savaş? Karşı tepelerden durmaksızın üzerlerine yağan ve kendilerine adım attırmayan bu güllelerin ardı arkası neden kesilmiyordu, bu milletin kaç askeri vardı? Ve dilden dile dolaşan, rüzgârdan daha hızlı, yıldırımlardan daha keskin denilen şu beyaz üniformalı askerler de neyin nesiydi? Kimlere karşı savaşıyorlardı. Gelibolu'da akşam oluyordu. Kül rengi bulutların arkasına saklanıp yüzünü zaten pek göstermeyen güneşin gurub etmesiyle çöken karanlık, Osmanlı topçusuna dinlenme ve ertesi güne hazırlanma imkânı veriyordu. Seyrek duyulan patlama sesleri dışında Morto Koyu'na tam bir sessizlik hâkimdi şimdi. Nöbetçilerin sayısı artırılmış kalan askerlere de istirahat emri verilmişti.
Fakat vatan acı çekerken uyumak ne mümkündü. Askerlerin birçoğu Kur'an okuyor, diğerleri de onları dinliyor, zafer için Sonsuz Kudret Sahibi’nden el açıp yardım diliyorlardı.
Görevli olduğu Rumeli Mecidiye Bataryası'nın üç numaralı topunun çelik gövdesine sırtını dayayıp gözlerini usulca kapayan Balıkesir Havranlı Topçu Er Koca Seyyid'in kulağında az ileride okunan Kelâmullah, gözlerinin önünde ise, sabahın ilk saatlerinde düşman gemilerinden yağan güllelerle şahadet şerbeti içen arkadaşları vardı. Her biri, tek tek gözünün önünden geçerken hemşehrisi Sabri Çavuş'un Davûdî sesinden yayılan âyete dikkat kesildi, âyet bittiğinde bütün benliğiyle 'amin' dedi. Son okunan âyet bir tebessüm bırakmıştı Koca Seyyid'in yüzünde. Okunan; Nisa Sûresi'nin; "O halde, dünya hayatına değil, âhirete tâlip ve müşteri olanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşa girer de şehit olur veya gâlip gelir gâzi olursa, her iki halde de Biz ona yarın pek büyük mükâfat vereceğiz." müjdesini veren 74. âyetiydi.
Pehlivan gibiydi Seyyid. Arkadaşları ona bu yüzden 'Koca Seyyid' derlerdi. Memleketini görmeyeli kaç yıl olmuştu hatırlamıyordu. Düşman nereye saldırırsa, Koca Seyyid ve arkadaşlarını buluyordu karşısında. Bu cepheye geldiğinde bayramın ikinci günüydü. Bayram sevincini yaşayamamıştı. Çünkü, bütün millet gibi o da bayram sevincinin ne zaman yaşanacağını çok iyi biliyordu.
Düşmanı kovmadan zulmü durdurmadan gülmeyi ve sevinmeyi haram kılmışlardı kendilerine. Vatanın bayramı, Seyyid'in bayramı olacaktı. Derken çocukluğu geldi aklına. Hep iyi bir asker, büyük bir komutan olmak istemişti. Çünkü doğduğunda babası kulağına Seyyid diye fısıldamıştı. Seyyid, lider demekti, önder demekti. Ardından gelen serdengeçtilerle beraber düğüne gider gibi savaşa gidebilmekti onun çocukluk hayalleri. Bir de Peygamber soyundan gelenlere deniyordu Seyyid. Öyle olmayı ne kadar çok isterdi. Zira meftûndu Koca Seyyid hem Efendisine, hem de onun Ehl-i Beyt'ine. Hazreti Ali (ra) Hayber'de savaşın kızıştığı bir hengamede elinden kalkanı düştüğünde kalenin kapısını asılmış ve onu yerinden sökerek kalkan gibi kullanmıştı. Kapıyı bıraktığında da yedi kişi kaldıramamıştı. Bu yüzden Hazreti Ali'ye (ra) ayrı bir hayranlığı vardı. Bu düşüncelerle kapadı gözlerini Koca Seyyid. Kim bilir belki o gece rüyasında yedi kişinin kaldıramadığı kapıyı yerinden sökerken Hazreti Ali'yi gördü.
İçine işleyen bir sesle açtı gözlerini Koca Seyyid. Şafakla beraber Saba makamında bir ezan yayılıyordu Morto Koyu'na.
Namazdan sonra hummalı bir hazırlık başladı Türk karargâhında. Artık işgal donanmasının beli kırılmalı, bu vatanın mahşere kadar İslâm yurdu olarak kalacağı, onlara anladıkları dille anlatılmalıydı. Koca Seyyid'in yıllar önce hafızasına aldığı bir söz, imandan gelen hürriyetin, zillete düşmemeyi emrettiğini söylüyordu. Müslüman zillet içinde yaşayamazdı. "İnandık, iman ettik." dedikleri yüce dinin özünde vardı hürriyet. Yeni yetmelik yıllarında, köyünde katıldığı bir sohbet meclisinde öyle dememiş miydi rahle-i tedrisine diz çöktüğü hocası: "Hürriyet, Cenab-ı Allah'ın Rahmân ve Rahîm isimlerinin bir ihsanı, imanın da bir hassasıdır." ***



MUHTACA YARDIM ETMEK



Çölde devesiyle seyahat eden bir bedevi, yolu üzerinde susuzluktan dudakları kurumuş, bitap halde bir adama rastgelir.

 Çölde devesiyle seyahat eden bir bedevi, yolu üzerinde susuzluktan dudakları kurumuş,  bitap halde bir adama rastgelir. “Su! Su….! diye inleyen  bu adama devesinden inip su verir.  Suyu içip kendine gelen adam, bedeviyi itip, onun devesine atlayarak kaçmaya başlar. Bedevi düştüğü yerden adama seslenir.

“ Deveyi al git ama, lütfen bu hadiseyi kimseye anlatma!”

 Nankör adam sebebini merak edip sorunca bedevi cevap verir.

 “ Eğer sen bu yaptıklarını anlatırsan, bu kulaktan kulağa her yere yayılır ve insanlar artık çölde rastladıkları muhtaç kimselere  yardım etmezler.***


Cennete nasıl ağaç dikilir?


 Abdullah bin Mes’ud (r.a.) dan Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki “Mi’rac gecesinde  Hz.İbrahim’i (a.s.) gördüm.” Bana şöyle dedi.

“ya Muhammed! Ümmetime benden selam söyle ve onlara bildir ki: cennete fidan dikmeyi çoğatsınlar! Çünkü, cennetin toprağı güzel, suyu tatlı, arzı geniş ve düzlüktür!” dedi. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “ Cennete dikilecek fidan nedir?” diye sordu.

        Hz. İbrahim aleyhisselam:

 “ Cennete dikilecek fidan: Sübhanallahi ve’lhamdü lillahi ve la ilahe illallahu vallahu ekber, vela havle ve la kuvvete illa billah’tır!” dedi. ***



NE TARAFA DÖNMELİ

Bir adam İmam-ı A'zam Ebu Hanife'ye (r.h.) gelerek:

Elbisemi çıkarıp gusletmek için nehre girdiğimde kıbleye mi döneyim yoksa başka yeremi? diye sordu.

 İmam:
   En iyisi çalınmaması için elbisenin olduğu yere dön. dedi. ***

Develerimi kalbime bağlamam.


Peki siz ibadet zevkine nasıl erişiyor, ibadetlerinizi huşu içerisinde nasıl kılıyorsunuz?

Biri İmam-ı Azam'a gelerek: Ya İmam, ben namazlarımı huşu içerisinde kılamıyorum. Namazda iken develerimi otlatıyor, onlarla ilgileniyorum. Oysa siz benden daha zenginsiniz. Peki siz ibadet zevkine nasıl erişiyor, ibadetlerinizi huşu içerisinde nasıl kılıyorsunuz? diye sormuş.

İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri şöyle cevap vermişler:
"Ben develerimi kalbime bağlamam ki, ahıra bağlarım."***

 

 

 

 

 
 

Bugün 6 ziyaretçi (7 klik) kişi burdaydı!

 

 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol